Türkiye’nin Radyasyon Onkolojisi alanındaki ilk doktorlarından olan Dr. Necla Canefe, 80 yıllık hayatında sağlığın her zaman siyasete kurban edildiğini gördüğünü söyledi.
Dr. Necla Canefe… Tıp dünyasının 80 yıllık çınarı, hayatını ve geçmişte yaşanan salgınlarla ile bugünü karşılaştırdı. Radyasyon onkolojisi alanında Türkiye’nin ilk hekimlerden olan Canefe, yaşadıklarını, doktorluğu seçişini ve pandemi süreciyle ilgili düşüncelerini anlattı.
Merhaba Necla Hanım… Bize öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?
Babam Atatürk döneminde öğretmen olması istenen bir insandı. Erzurum Lisesi’nde okurken Atatürk ziyarete geliyor. Öğrencilerle sohbetinde büyüyünce ne olacaklarını soruyor. Babam bu soruya Askeri Hakim olarak cevap veriyor ama Atatürk, babamın öğretmeninden öğrendiğine göre fen alanında daha başarılı olduğunu belirtiyor ve babamdan fen bilgisi öğretmeni olmasını istiyor. Atatürk talimat verdiğini babamın tahsil hayatını takip edeceklerini söylüyor. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne girişine kadar babamı takip ediyorlar. Ki o zaman Gazi Eğitim, önde gelen okullardan… Ve babam fen bilgisi öğretmeni oluyor. Sonrasında annemle evleniyorlar. Annem de çok yetenekli bir kadındı ama maalesef eğitim hayatını erken noktalamak zorunda kalmış. Babamın öğretmenliği sırasında Anadolu’da, Kars, Tokat, Amasya… Buralar da dolaştık. Ben de Tokat doğumluyum.
Peki hocam tıp alanını seçmenizin hikayesi nedir?
Tokat’ta yaşarken, 4 yaşındayken bir kaza geçerdim. Ailecek sinemadan çıkmıştık ve ben bir çukura düştüm. O çukurdan beni çıkardıkları zaman kolum kırılmıştı. O arada da etraf kalabalık, şaşkın şaşkın bakınıyorum. Dr. Faruk Ayanoğlu, sonradan Tokat milletvekili, senatör olmuştu. Orada beni görünce kucağına aldığı gibi, annem ve babamla beraber arabasıyla hastaneye götürdü. O gün doktor olmaya karar verdim, 4 yaşındaydım. Sonra ilkokul ve ortaokulu Tokat’ta bitirdi. Liseyi Kastamonu’da okudum, Abdurrahman Paşa Lisesi’nde. Yalnız çocukluğumdan beri, konuşma ve yazma yeteneğim iyiydi. Fen mezunu olmama rağmen, ne zaman edebiyatla ilgili bir program, tartışma, kompozisyon yarışması veya seminer olsa beni alırlardı. Hep birincilikler aldım. Aktif, sakar ama zeki. Akıl farklı zeka farklı. Aklımı kullanamadığım zamanlar olmadı mı, oldu. Aklımı kullanabilseydim şimdi yurtdışında pek çok yerde ateşe olabilirdim ama zekam yerinde.
Üniversite eğitiminizi nerede aldınız?
Anadolu çocuğuyuz, başka meslek bilmiyoruz ki… Doktor, eczacı, öğretmen, hakim… Başka meslek tanımıyoruz. Doktor olmak için sınava girdim iyi bir puan aldım. İlk kez sınava girdiğimde bir şanssızlık yaşadım. Dişim apse yapmıştı. Kastamonu’ya geri döndüm. Bu arada bir de Türkiye Petrolleri yurtdışına petrol mühendisliği eğitimi için talebe gönderecekti, babam beni onun da sınavına soktu. 15 kişi alacaklardı, 11. olarak kazanmıştım oraya da gidemedim. Sınava ikinci girişimde yine iyi bir derece elde ettim. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazandım ama babam İstanbul’da okutamayacağını söyledi, tıp fakültesini istiyordum. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdim. Sene 1960, ihtilalinden hemen sonradır bunlar. 68 kuşağıyım. O zamanki olayların içerisinde Tıp Fakültesi’ni bitirmek büyük başarıydı. Zira karanlık günlerdi. İnsanlar hayatını kaybetti, hapse girdiler, işkence gördüler. O arada bir havacı ile sözlenmiştim. Ben askeri tıbbiyedeyim, sözlendiğim havacı mahalle arkadaşımız ve o da yüzbaşıydı. Ve şehit oldu, evlenemedik.
“Ben doktorluğu şarkta öğrendim”
İlk görev yeriniz neresiydi?
Mezun olduktan sonra şark görevime gittim. İlk görev yerim Erzurum’un İspir kazasıydı. Oradan beni Hınıs’a geçici göreve gönderdiler. Varto depremini yaşadım. Korkunç bir depremdi. Depreme 50 kilometre mesafedeydik. Orada bir kıyameti yaşadık. Sağlık Müdürüyle yaşadığımız bir olayın ardından Ankara’ya dönüp, Diyarbakır’a tayinimi istedim. Diyarbakır’da Sağlık Müdürü beni Malabadi’ye gönderdi, köprüsü de meşhurdur. Sİlvan’a bağlı bir nahiyeydi burası. Siirt eşkıyası ile Diyarbakır eşkıyasının çatıştığı bir yer Malabadi. Oraya gittim, çok güzel bir yerdi. Ama esas diyeceğim şu, ben doktorluğu şarkta öğrendim. Doğuda yaptığımız hizmetlerimiz, çabalarımız… Hep özveriyle çalışmıştık. Deprem olmuş Hınıs’ta. Bütün dünyadan destek gelmiş, çadırlar kurulmuş, yemekler vs. oluk oluk yardım gelmiş. Ama bir hırsız zümresi var bunları halka vermiyordu, parayla satıyordu.
Siz bildiğim kadarıyla kolera salgınıyla da karşılaşmıştınız. O günleri anlatabilir misiniz?
Evet, kolera salgını çıktı, Diyarbakır’a gittikten sonra. Başbakanlığa diyoruz, ‘efendim, kolera var!’ diyoruz, ‘çenenizi kapatın’ diyorlar. Yahu koleranın içinde çalışıyoruz. Sarılık var, kolera var, tifo var… Her türlü bulaşıcı hastalığın içinde çalışıyoruz, bize ‘çenenizi kapatın’ diyorlar. Ben çenemi kapatmadığım için beni oradan gönderdiler. Hacettepe’de psikiyatri ihtisasına geldim. Goethe diyor ki, ‘Doktorluk doğuştan gelen bir sanattır, yetenektir. Bilgisi sonradan kazanılır.’ Hastalarımı evlerinde takip ediyordum. Sadece klinikte benim için reçete yazmam gereken insanlar değillerdi. Ev ortamıyla, aile ortamıyla, sosyal ortamıyla hastalarımı takip ediyordum. Bu yüzden hastalarım da beni çok severdi. Hastalarımı sadece hasta olarak değil aileden birisi gibi görüyordum. Bir süre sonra tüm hastalar kendilerini benim muayene etmemi ister hale geldiler. 1967-1968 yıllarında, kolera salgını oldu ama tüm Türkiye genelinde yaşanmamıştı. Pandemi haline gelmemişti. Sadece Güneydoğu’da, Batman, Diyarbakır, Siirt, Güneydoğu Anadolu civarında görüldü bu hastalık. Kızamık, menenjit, kuduz salgınları yaşanıyordu. Silvan’da çok sevdiğim bir doktor arkadaşım vardı. O da çok cevval bir doktordu. Sağlık Ocağı hekimleri olarak biz koşturduk o zamanlar oralarda. O bölgeyi tedavi etmeye çalıştık ama ne kadar başarılı olabildik onu söyleyemem. Koleranın nasıl geldiğini bilmiyorum.
Doktorluğu nasıl tanımlarsınız?
O sırada Sağlık Bakanlığı’nda bir göreve geçtim, derken Radyoloji bölümü açıldı. Radyolojide de muayene açamayacağımı düşününce radyo-terapiyi seçtim. Yıl 1969—1970 yılları. İhtisasımı yaptıktan sonra Onkoloji Hastanesi’nde Radyasyon Onkoloğu denen ve adını da hiç sevmediğim bölümüne geçtim. Adındaki radyasyon kelimesi hep benim rahatsız etmiştir. Radyoterapi ve onkoloji deseler, he radyoloji ihtisasımı, hem onkoloji ihtisasımı göstermiş olacaklardı yine. 14 sene kanserle uğraştım ben. Onkoloji Hastanesi’nde tek asistandım, tek kadındım. Bu arada sadece hastaların tedavisi ile uğraşmadım. Resim kursları açtım, hikaye ve şiir yazdım. Doktorluk doğuştan gelen bir sanatkarlık diye demiştim ya, her konuya eğiliyorsunuz. Güzel konuşma yeteneği oluyor, kitap, şiir yazıyorsunuz. Çünkü doktor sosyal bir insan.
Sizin örnek aldığınız doktorlar kimlerdir?
Hastamızı tanıyarak tedavi ediyoruz. Nelerden hoşlanır, nasıl tedavi edersem faydalı olur… bu doktorluktur ama bu maalesef çok doktorda gördüğüm bir özellik değil. Hayatım boyunca bu özelliği üç doktorda gördüm. Birisi Hınıs’ta çalıştığım Dr. Yılmaz Muyan, bir tanesi Dr. Erdoğan İnal bir de Dr. Mehmet Altınok. Üç doktor hakikaten doktor olarak takdir ettiğim, sevdiğim, örnek aldığım kişiler…
Sağlık her dönem siyasete kurban edildi
Sağlık sistemi, her dönem siyasete kurban edilmiştir. Sağlık, adalet ve eğitim… Bu üç sistem ana sistemdir. Bunlar aynı zamanda siyasete en çok alet edilen sistemlerdir. O zamanlar sosyalizasyon bölgesi diye bir uygulama yapılıyordu. O bölgeye gönüllü giden hekimler çok başarılıydı, maaşımız da iyiydi. Kaymakam ayaklandı, ‘Vay doktor benden nasıl yüksek maaş alır’ diyerek. Halbuki kaymakamın çalışması ile benimki bir değil ki. Siyasete kurban ettiler sağlığı. Demirel, başka türlü yaptı, Ecevit farklı bir şey yaptı. O dönemlerde biz muayenemizi yaparken, hissiyatımızı geliştirmiştik. Kapıdan giren hastaya baktığımız anda, ‘Bundan şu çıkabilir’ diye düşünürdük. Duyularımızı geliştirmiştik. Hislerimizle hareket ederdik. Şimdi doktorluk kelimesini kaldırıyorlar, onun yerine Tıp Mühendisliği diyorlar. Bu teknoloji ile reçeteyi teknoloji yazıyor, teşhisi teknoloji koyuyor. Her şeyi makine yapıyor… Hoş değil. Yeni yetişenler daha öncesini görmedikleri için mukayese de edemiyorlar.
Kanser hastalarından artış olduğuna dair bir görüş var. Sizin yorumunuz nedir?
Pek çok hastalık ortadan kalktı ama onların yerine yenileri de geldi. Kas erimeleri arttı mesela. SMA, ALS gibi beyni etkileyen pek çok hastalık çıktı ortaya ve bunlar öldürmüyor, süründürüyor. Kanserin arttığı ile ilgili bir algı var ama bu hastalık her dönemde vardı zaten. Nüfus arttığı için kanser çok görünüyor. Kanserde patlama yok. Herkes kanser olmaz. Hassasiyeti, iç yapısı, düşüncesi, aldığı gıda hepsi etkiliyor. Her şey kanser yapıyor deniyor, ama herkes kanser olmuyor. Bir salgın haline gelmiyor. Çok belli bir sebep olması lazım. Çevre kirliliğinin yakınında olursanız bu sebep olabilir ama o yerleşim yerini oradan uzaklaştırırsanız o hastalıktan da sakınabilirsiniz. Ama kötü bir hastalıktır. Kanseri çok iyi biliyorum. Mücadelesi zordur. Kanser öldüreceğim derse, kendini de feda ederek öldürür.
Bazı aileler çocuklarına aşı yaptırmak istemediklerini dile getirmeye başladılar. Siz nasıl değerlendirirsiniz aşı konusunu?
Aşı yaptırmamak ne demek! Benim torunuma 17-18 tane aşı yapıldı. İsveç’teki yakın tanıdıklarımın torunlarına, çocuklarına o kadar aşı yapılıyor. Bunlar akılsız mı? Bir akıllı bu aşıları yaptırmayanlar mı? Bilgi kirliliği var. Biri ortaya bir şey atıyor. Sonra bunu düzeltmeye çalışıyoruz.
Ben bile aşılarımı yaptırıyorum. Zatürre aşılarımı yaptırıyorum. Grip aşılarımı yaptırıyorum.
Risk grubunda bulunuyorsunuz. Yaşadığınız huzurevinde ne gibi önlemler alınıyor?
Nilüfer Belediyesi İnci ve Taner Altınmakas Huzurevi’nde kalıyorum. 14 Mart’ta, Tıp Bayramı’nda bizim huzurevine karantina geldi. Hepimiz odalarımızda 14 gün boyunca bekledik. Hastalanan var mı yok mu baktılar. Hasta yoksa ki çıkmadı. Dışarıya gidiş gelişlerimiz düzenlendi. Dışarıdan döndüğümüz zaman 14 gün karantina uygulanıyor yine. Diyeceğim o ki bu işi çok güzel başardılar. Şimdi ben bugün dışarı çıktım değil mi. 14 gün karantinada kalacağım. Çok iyi takip ediyorlar. Bir belirti çıkarsa da hastaneye göndermiyorlar, aile hekimleri çok güzel bir şekilde takip ediyorlar. İlaçları gönderiyorlar, hemşireler uyguluyor. Tedaviler odalarımızda yapılacak. Neyse ki hiçbir vaka çıkmadı. 6 ay boyunca içeride kapalı kalmak kolay değil ama hayatları garantide.
Türkiye’nin salgın yönetimini nasıl buluyorsunuz?
Başlangıçta, iyi götürüyorlar zannettik. Başarılı zannettik. Bir süre sonra işin kokusu çıktı. Maalesef hiçbir şey beceremediler. AVM’ler, düğünler serbest bırakıldı yanlış bir şekilde.